Kostümcü'nün Yarım Kalan Hikâyesi (Kafkaokur- 2019 Mayıs Sayısı)

Sayfa 28-29







   Bugün fotoğraf çekmek için, İstiklal Caddesin’deki Suriye Pasajı’na gittim. Bir mimar arkadaşımın ricası üzerine oranın üst katına çıkıp köprüden hanın iç kısmını çekecektim, köprünün diğer tarafında “Karnaval Vitrini” adında bin bir çeşit maske ve kostüme sahip İstanbul’un en büyük kostümcüsü karşımda duruyordu. Elinde sönmeye yakın sigarasıyla kapının önünde mama kabına su dolduran bir kadın vardı. Böylesine çılgın bir dükkânın sahibi kesinlikle bu kadın olmalıydı; yaşı hayli geçkin gözüküyordu ve kafasında tuhaf bir şapka, dudağında kıpkırmızı bir ruj ve yanında da duman rengi bir kedi vardı. Yapacağım işi yarım bırakıp hemen oraya doğru ilerledim.
    Yavaşça içeri girdim ve sanırım kısa süreliğine akıl tutulması yaşamıştım çünkü içeride fotoğrafı çekilmesi gereken çok malzeme vardı ki hangisinden başlayacağımı bilememiştim. Kadının kafasındaki şapkadan ziyade kıyafetleri de sıra dışıydı. Bir kare çektikten sonra kadına doğru baktım o da kafası ve eliyle fotoğraf çekmeme devam edebileceğimi onaylamış oldu. Pek konuşmayı seven bir kadın olmadığını ve bir an önce ne fotoğrafı çekeceksem çekip çıkmamı beklediğini hissettim ve ayrıca da böyle bir kadının kesin ilginç bir hikayesi olduğunu düşündüm. Yahu bu kadar çok kısa sürede hem düşünüp hem de hissedecek şeyler bulmuştum yine… Fotoğrafları çekip tam çıkacaktım ki kadın bir kostümcüde aradığım şeyin ne olduğunu sordu. Benimle konuşmak için atılan bu adımı güzel değerlendirdim ve onun hikayesini sordum. Sanki bu kadar zaman bu sorunun sorulmasını bekliyormuş gibi başladı anlatmaya…
   Melena’nın annesi Rum, babası da İspanyol kökenli biriymiş ve kendisi İspanya’da doğmuş. Annesi aldatıldığını öğrenince, Melena 15 yaşındayken beraber Türkiye’deki akrabalarına gelmişler. Daha ufak yaşlarda bir moda tasarımcısı olmak için hevesliymiş. 20’li yaşlarının daha başındayken annesinin Rum akrabalarının Ermeni tiyatrocu bir tanıdıkları varmış. Kadın, bunları anlatırken aynı zamanda da şarabını yudumluyordu. Kendisi İspanya’da doğmasına rağmen bir daha oraya ayak basmamış.
Sohbet arasında yudumladığı şarabın şişesi de kadehinin yanında duruyordu. Sanırım biraz meraklı olduğumdan şişenin üstünü okumuştum. Büyük harflerle “Torres Coronas” yazıyordu. Bana da ikram etmişti fakat teşekkür edip hikâyesini merakla dinlemeye devam etmeyi tercih etmiştim.  30’lu yaşlarının sonunda olan tiyatrocu Hagop, cemaatin gözde erkeklerindenmiş fakat çapkın biri olduğunda da pek evlenmeyi düşünmemiş.

  O dönemlerde tiyatrolara kostümcü bulmak zormuş, yurt dışında eğitim görmüş modacılar pek sahne kostümü dikmeye yeltenmezlermiş. Melena, eğitim görmemesine rağmen çok yetenekli bir terziymiş ve onu işe almışlar. Anlattığı hikâyeyi bir anda kesip bana baktı ve gözünden istemsizce dökülen yaşları silip, gülerek dedi ki: “Devamını bir daha gelişinde anlatacağım”. Bunu duyduğumda büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Sonra da sözlerine şunu ekledi: “Sana yaşadıklarımı anlatsam aklın durur, bak karşıdaki kafasında şapkası olan cansız bir manken duruyor; o bile benden daha mutludur,” diyerek iç geçirdi. Ben de kapıdan tam çıkarken o cansız mankeni çektim. İnsanların hiçbiri en mutsuzu bile çocukluğunda yaşadığı mutlu ufacık bir gününü hatırlamıyor veya göz ardı ediyor; bunun nedeni ise hayatında yaşamış olduğu mutsuz anıların çok sayıda olmasıydı. Büyümek, hissedilenleri anlayıp belli anlamlar yüklemek ne talihsiz ve acı bir şey…

Yorumlar

Popüler Yayınlar