Var olmak mı yoksa Yaşamak mı?



Var olmak ve yaşamak arasında ince bir nüans farkı vardır. Dünyada var olduğunuz için yaşadığınızı zannedersiniz. Aynadaki yansımanız sizin var olduğunuzun bir kanıtı olabilir fakat yaşamak ve bunu becerebilmek apayrıdır. Yaşamak sahip olduğunuz koşulları hakkıyla değerlendirdiğiniz sürece anlam kazanır. Mesela; çok paranızın olması sizin varlığınızın bir göstergesi olabilir ama o parayı değerlendirmek size bağlıdır. Doğru değerlendirdiğiniz sürece yaşamış olursunuz. Materyalizmin en kısa açıklaması olan paranın miktarı sosyal sınıfınızı belirler. Zengin ve fakir olmak yaşam kalitenizi de belirleyen unsurlardır. Maalesef, Karl Marx ne kadar uğraşmış olsa da iki grup arasındaki eşitliği bir türlü gerçekleştirememiştir ve gerçekleşmesi de mümkün olmayan bir olumlamadır. Bu ayrım ast ve üst arasındaki sınırında açıkça özetidir. Buradan yanlış bir çıkarım yapılmaması adına Kapitalizmi savunmak niyetinde değilim ama bu iki ayrı grubun siyah beyazdan elde edilen gri rengi gibi kolay bir karma yapının oluşamayacağının ağır gerçekliğiyle yüzleştiriyor. Bu durumu aslında var olmak ve yaşamak arasındaki farkında nedeni olarak da görebiliriz. Ama işin içine üretmek, keşfetmek, yaratmak gibi faktörler girdiğinde bütün bu dengeyi bir anda farklı bir boyuta taşıdığını göz ardı etmek büyük bir ahmaklıkta olabilir. Zaman geçtikçe bunların hepsi bir tek şeyi doğuruyor: insanoğlunun en büyük zaaflarından biri doyumsuzluk.

İsteklerimiz, beklentilerimiz, hiçbir zaman bitmiyor. Düşünsenize keşifler neden yapılmış? Daha fazlasını merak etmekten ve ihtiyaçtan doğmuşlar. Yaşadıkça ve bazı şeylere tanık oldukça daha iyisini daha güzelini istiyoruz. Aslında, isteklerimizin boyutu bu şekilde gelişiyor, yani daha iyisini görerek ve onun daha iyisini hayal ederek hem imkansızlığın hem de olasılıksızlığın sınırlarını zorlamış oluyoruz. Hayal gücümüz zihnimizin oyunlarıyla bu şekilde gelişiyor. Aslında, içsel ve bireysel bir yolculuk fakat pragmatik şeyler üreterek insanlara da yarar sağlıyoruz. Belki de çoğumuzun imgesel ürün sonucu keşfettikleri girişimler ömür boyu gerçekleşmeyi bekliyorlardır fakat hayallerine birer birer sahip olanlar da yok değil. Steve Jobs, Elon Musk, Stephan Hawking, Ada Lovelace gibi isimler bu düşünceyi destekleyen somut örneklerdir. 

Var olmak ve yaşamak kelimelerini; beden ve akıl kavramlarının arasındaki tartışmaya benzetiyorum. Kafamızda kurduğumuz ve sadece kendimize ait olan güzelliğe mi inanıyoruz yoksa herkesin inandığı ve bildiği güzelliğin kurallarına mı güveniyoruz? Bunu bedenimiz sorgulamaz fakat hisseder, asıl sorgulayan aklımızdır. Akıl ve beden ile ilgili en etkili tartışmayı Spinoza ve Descartes gerçekleştirmiştir. Aslında ikisi de rasyonalistirler. Descartes, epistemolojiye yani bilginin doğasına dayanarak savunmasını gerçekleştirirken ; Spinoza ise ontolojiye yani varlığa önem vermiştir. Olayın köküne baktığımızda monizm ve düalizm düşüncelerine inmemiz gerekir. Monizme inananlar akıl ve bedeni tek bir parça olarak görür yani bütünsel ifade etmeyi tercih ederler; düalizme inan kısım ise iki farklı anlamın temsilcileridirler. Descartes' a göre akıl ve beden birbirilerinden bağımsız iki farklı anlamdır ve kendisi bu yüzden düalizmi temsil eder fakat Spinoza'ya göre ikisi bir bütündür, asla birbirilerinden ayrı düşünülemezler ve aslında ona göre aklımız bedenimizdir. Monizm'in en iyi temsilcisi Spinoza'dır ve aynı zamanda özgürlüğün de temsilcisidir. Birbirine benzer iki kavramın her zaman farklı savunucuları vardır. Bunun nedenini hayata nasıl baktıklarıyla ilişkilendirmeleridir. Sizlerle bir röportaj yapıyor olsaydım; “Siz olsanız var olmayı ve yaşamayı nasıl değerlendirirdiniz?” sorusunu sormak isterdim.

Yorumlar

Popüler Yayınlar